Bugünün penceresinden geçmişe baktığımızda karşımıza daha çok erkeklerin yazdığı tarih çıkmaktadır. Bunun içerinde savaşlar, barışlar, antlaşmalar, göçler, birçok siyasi meseleler ve liderler yer alır.
Peki, bu insanlar bu hususlar dışında neler yaptılar ve kadınlar tarih sahnesinin neresindeydi diye merak edip araştırdığımızda, karşımıza günlük yaşamın kahramanları annelerimiz ve büyükannelerimiz çıkmaktadır. Gündelik işlerin yanı sıra kadınlar, sanatla da iç içe olmuşlardır.
Özellikle Türk dünyası kadınlarının nakışçılık ve halı dokumacılığıyla ortaya çıkardıkları hünerleri, eserlerine yansıttıkları motifler ve bu konuda ki ustalıkları bizlere kadar ulaşıp, bugün dünyada kabul görerek korunmaya alınmıştır. Bu dokumaların ve nakışların geçmişten bugüne taşınmasında Türk kadınının sanatsal zevkini kendi yaratıcılığıyla harmanlayıp, ortaya çıkardığı göz nuru ürününü gündelik yaşama dâhil etmesi bunun en büyük sebebi olmuştur.
1947-1949 yılları arasında Altay’da yapılan kazılarda Pazırık Halısı Sovyet arkeolog Sergey İvanoviç ve ekibi tarafından bulunmuştur. Öğrencisi Martı Esin Şemin tarafından “Gördes, Milas, Eşme, Bayat Dokumacılarında Halı ve Kilimin Kültürel Yeri” başlıklı yüksek lisans tezi hazırlanmıştır. Yazar tezinde Pazırık halısı hakkında şöyle bahseder: “MÖ 5.yüzyıldan itibaren Pazırık Halısı ile başlayan ilk halı örnekleri yün malzemeden yapılmış; geç dönem örneklerde ise ipek, keten, pamuk ve çeşitli madenler az da olsa kullanılmıştır.” [Martı Esin Şemin].
Gülcan Y. ise “Türk Tarihi ve Kültürü” adlı çalışmasında Pazırık halısı hakkında şöyle ifadelere yer vermiştir: “Pazırık Halısı, büyük ihtimalle bir yer yaygısı değil de atın üzerine örtmek için MÖ 5-3.yüzyıllar arasında dokunmuştur [Gülcan, 2003: 77].
Buradan anlaşılacağı üzere tarihi MÖ 5. Yüzyıla uzanan bu sanat günlük hayata dâhil olarak ve Türk dünyası kadınlarının bu kadim mirasa sahip çıkmasıyla bugünlere ulaşmıştır. Geleneksel motiflerin yanı sıra bazen bir tablo gibi kullanılan halılar aynı zamanda işlendiği döneme ayna görevi görmektedir.
Her milletin kendiyle özdeşleşmiş, geleneksel ve yaşatmaya çalıştığı bir sanatı, el işçiliği vardır. Bunlardan kimisi unutulmaya yüz tutmuş kimisi de varlığını aktif bir biçimde sürdürmektedir. Bunlardan en göze çarpan şüphesiz ki Türk dünyası kadınlarının hayal gücü, sabır ve emeğinin neticesi olan nakışçılık sanatıdır.
Nakışçılık ve halı dokumacılığının günlük yaşamda kıyafetlerde, gelin bohçalarında, yer yaygısı olarak varlığını aktif ve etkin biçimde sürdürmesi dışında dünyanın başka hiçbir yerinde örneğinin görülmediği bir alanda karşılık bulup gururlandırılması takdir edilmesi gereken bir husustur.
Türkmen kadınının el emeğiyle ortaya koyduğu ürününün devletinin bayrağına konu olup, işlenmesi geleneğe verilen önemin yanı sıra dünyaya Türk kadının Türk dünyasındaki önemini de göstermektedir.
Büyükannelerimizden miras kalan değerlerin yaşatılmasında emeğini ortaya koyan Türkmen kadınlarının sanatının takdiri konusunda bir diğer somut adım UNESCO’dan gelmiştir. Fas’ın başkenti Rabat’ta yapılan ‘’Maddi Değil Medeni Mirası Korumak’’ konulu toplantıda Türkmen nakışçılık sanatı UNESCO Somut Olmayan Kültürel Miras Listesine dâhil edilerek, koruma altına alınmıştır. Gerek bayrağına yansıyan halı dokuma sanatı gerekse de işlediği nakışların dünyada karşılık bulması Türk kadınının başarısını bir kez daha gözler önüne sermektedir.
Dokumalarımız, nakışlarımız, sözlü ve yazılı edebiyatımız, müziğimiz atalarımızdan-analarımızdan bizlere miras kalan bu önemli halk sanatlarının her biri ait olduğu toplumun tapusu niteliğindedir. Bu önemli gelişmelerin neticesinde bizler Ankara Üniversitesi Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesi Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatı Bölümü öğrencileri olarak bu başarıyı dersimize konu edip, Türkmen kadınlarını bir kez de kendi aramızda anmaktan mutluluk ve gurur duymaktayız. Teknolojinin günlük yaşamı ele geçirdiği bu çağda milli değerlerine sahip çıkıp, onları halen yaşatan, yaşamında geleneklerine yer açan Türkmen kadınlarına, kızlarına teşekkür edip, emeklerinin karşılığında her zaman taçlandırılmalarını diliyoruz.
Emine Neslihan BAŞ,
Ankara Üniversitesi, Dil, Tarih-Coğrafya Fakültesi,
Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları Bölümü Öğrencisi